18 Kasım 2012 Pazar

BİR ÖKÜZCAN TRAJEDİSİ


Ah nede özlemişim bloğumun o sıcacık duvarını, yeniden birşeyler karalamayı. Uzun süredir ayrı kalışımın nedeni hep bu facebook illeti! Ben facebook’umu bi açtım pir açtım artık oraya yazdığım birkaç cümlelik şeylerle birazda olsun kendimi tatmin ettiğim için açıkçası blogger aklımın köşesinin ucundan teğet bile geçmiyor..

Şu aralar yurtta ki odama her gelişimde beni bi kasvet tutuyor. Nedeni ise oda arkadaşım! Arkadaş dediğime filan bakma, kendileri bildiğin öküzcandır! Ne selamı var ne de muhabbetti, bildiğin dut yemiş bülbül. Varlığı yetiyor rahatsız olmama resmen. Bazen kafasından tutup duvarlara sürttüresim, ateşlere atasım, eşeklere teptiresim var.
Her şey onun benim içinde klasik İngiliz çocuk serilerinin bulunduğu 1453 sayfalık kitabımın mor kapağına laf etmesiyle başladı. Neymiş efenim? “bencerenin önüne goyasaymışızda gızlarda garşı bloktan bakıp göresicelermiş.”grammar olarak böyle konuşmamasına rağmen kitabıma laf ettiğini hissettiğim andan itibaren o saçma sapır sözleri kulağıma böyle gelmeye başladı. Bu durum karşısında herkese nükte olacak şekilde dondum, kaldım. Zira kitabı sadece kapağına bakarak, bayağı ithamlarda bulunan biriyle öyle görünüyordu ki bütün bir yıl boyunca aynı odada kalmam bekleniyordu. Yine de suratına, kes sesini yoksa bu akşamın sabahını edemeyeceksin bakışı attım da sustu öküzcanımız.
Efenim bu çocuğun garipliklerini yarıp yarmalatıp, katıp karıştırıp, betimleyip çötürdetip anlatmak isterim amma fakat velakin sahip olduğu tuhaflıklar o denli çok ki uç uca eklesem çin seddini donunda sallar.


Misal, gece yatarken giydiği bir tişört var. Üstünüze afiyet resmen bok rengi! Tamam, bu başlarda benim için bir sorun teşkil etmiyordu fakat 3 aydır aynı tişörtle yatıp kalkması ve odanın içinde dolanması, zaten kendinde olan o bokumsu havayı resmen görsel olarak dışarıya vurumu gibi.







Geçen gün ne gördüm? Görmez olaydım! Bu sevgili öküzcanın “TEN RENGİ slip iç çamaşırını”!!! evet evet ten rengi ve slip! Olay tam olarak şöyle gelişti; bu öküzcan oda da üstünü değiştirmekteydi, bende laptopda bir şeyler araştırma peşindeydim. Kısa bir anlığına retinam laptobun ekranından kaydı ve o iğrençliği gördü!!! Kussam mı, ağlasam mı, bilemedim. Tabi ben bunu görür ve durur muyum? Asla! Tüm arkadaş-ı umumiyeye bildirdim bu rezilliği. Allah razı olsun başın sağolsun dönütleri çok fazlaydı.


Bu arada o iç çamaşırının renginin neden öyle olduğuna dair bir teorim var. Şöyle ki bu öküzcan yurtta ki çamaşır yıkama günlerinde hiç iç çamaşırı filan kurutmuyor. Sanırsam o zavallı bez parçası önceki hayatında bembeyazdı. Sık kullanımdan kaynaklanan; üzerine yerleşmiş olan ölü deri parçaları ve ter gibi kimyasal salgılar sayesinde bugünkü görünümüne kavuştu. 2 sene sonra siyahlaşması da kuvvetli bir ihtimaldir. Zaten hafta bir duş filan alıyor, bunun vuku bulması belki 2 seneyi bile bulmaz.

Bu arada o, odaya girince hakim olan ölü it kokusunu burnunuzdaki her bir hücre özümsemişsinizdir.
Skype da anası ve babasıyla konuşurken 90desibellik hoparlör yutmuş gibi çemkirmekte. Hayır yani yan odadaki arkadaş korkusundan altına ediyordur üzülüyorum. Benim tek derdim yan oadalarda ki masum insanlar.

Bu arada bu öküzcan hayatımda gördüğüm en büyük paylaşımcılıksız bir karaktere sahip, öyleki cimrilikte doktora yapmış olabileceğine inancım tam. Ben bu mevzu halde de elim kolum bağlı durmadım tabikide. Gittim bugün pastaneden frambuazlı oldukça büyük bi pasta aldım, gözünün önünde mideye indiriyorum. Bu arada karnının gurultuları da gittikçe artmakta. Oh olsun! Beter olsun!

Son olarak neden oda arkadaşımı değiştirmiyorum konusuna gelirsek: Uyurken çok sessiz bu, odamı değiştirdiğim de karşıma horuldayan bi öküzcan çıkarsa, diye korkuyorum. Ben bu ihtimali göze alamam efenim.

Şimdilik durum bu. Gelişmelerden haberdar ederim. Sağlıcakla kalınız efenim.




29 Temmuz 2012 Pazar

Mal oldum.

Şu günlerde bir tercihleri sıralamaya koyma konusunda çeşitli aksaklıklar,beyin bulantısı ve mallıklar yaşamaktayım.

Önümde sadece 5 gün kalmasına rağmen; öğretmenlik mi yoksa mütercim-tercümanlık mı, bir türlü karar veremedim. bu karar vermemişliliğin yanı sıra akıl danıştığım insanların bana verdiği yanıtlarda cabası. Bu danıştıklarımın arasında puanıma yüksek diyenlerde var,
 küçümseyen, dil bölümü hakkında bilgi sahibi olmayanda...





Şu içinde bulunduğum durumu: domates çorbası ve tavuk çorbasının karışımını içip üzerine bir de çikilotalı yaş pasta  yiyip kustuktan sonra ki, şekil ve görüntüye benzetebiliriz. evet aynen öyle bir durum.




Birde bu olanlar yetmezmiş gibi laptopda microsoft word belgesinin olmadığını keşfetmek insanın o kusmuk göletinde yüzesi geliyor adeta... 
*bu satırı okurken bana öküüüüüüüz diyecek olan göbüşe de selamlar.


7 Haziran 2012 Perşembe

Çubugun Gözünden : Saraydaki Mücevher

Geçen yıllarda tek bir saniyesini bile kaçırmamak için reklam aralarında bile tuvalete gitmediğim saraydaki mücevher dizisine bu sefer kardeşimi de yanıma alarak internetten tekrar başladım. Bu sefer rahat rahat lavaboya gidebiliyorum.
 
Dizi 54 bölümde oluşuyor ve her bir bölümünde bana rahat yarım kilo aldırtıyor :) benim gibi kilolarıyla sürekli bi mücadele içinde olanlara kesinlikle önermiyorum diziyi :)

Dizi küçük bi kızın Kore sarayında, saray mutfağı baş kahyası olmaya çalışma çabalarını baz alsada dizi alttan alttan (özelliklede son bölümlerinde) Kore'de bir zamanlar iş kollarında oluşan cinsiyetçi ayrımın nasılda beyinlerde yer ettiğini insana gösteriyor.
 




Diziyi bana bağlayan şeylerden biri ise başkahramanımız cangema’nın (Dae jang geum seo) azmi ve yemek yapmaya olan tutku ve hamaratlığı :) her bölümden sonra tıpkı benim gibi kendinizi bi elinizde bıçak, önünüzde kesme tahtasıyla bir şeyler kesiyor, ya da bir şeyler pişiriyor olarak bulabilirsiniz :)


Bir diğeri ise artık mevcut olan modern dizilerdeki kıyafetlerin aksine dizinin geçmişi yansıtmak adına kıyafetlerin çoğu zaman bana komik gelen tarzıdır. Özelliklede kendinizi saray beylerinin şapkalarına bakarken ya da leydilerin saçının şekline bakarken bulursunuz.

İlerde hangi mesleği seçeceği konusunda gene benim gibi karasızlıklara düşenler Bu dizide ilerleyen bölümlerle beraber sırasıyla aşçı , doktor ya da hemşire olmak isteyeceklerdir… Nitekim bu yazımı yazarken bile bi yandan da aşçılık kursları ve okulları arıyorum ve bu saatten sonra doktor ya da hemşire olamayacağıma göre bari aşçı olayım diyorum :) üstelik kendimde müthiş bi yetenek de görüyorum aşçılığa dair :)

Dile kolay her bölümün sonunda değişik tarzda değişik damak zevklerine göre yemek yapıyorsunuz :)
Bir de ben bu diziyi daha önceden 2 kere daha izledim ki alın size 108 farklı yemek çeşidi ben kendimi yetenekli görmeyeyim de kim görsün :)

 Bu arada akapunktur yapıyor bizim cangema 35. bölümden filan sonra işte tam o bölümlerde evdeki bütün iğneleri atacağım zira önceki deneyimlerimden biliyorum ben manyak diziden etkilenip sağıma soluma iğneler batırıyorum.

Aman siz yapmayın :) ben yaptım biliyorum, hiç bi işe yaramıyor. Ha gider bu işin ehli birine yaptırtırsınız akapunkturunuzu o olur ama kendi kendinize toplu iğnelerle yaptığınız hiçbir işe yaramıyor. Üstelik canınızın acıdığı da yanınıza kar kalıyor :)


Diziyi şu adresten çevrimiçi olarak izleyebilirsiniz:

19 Mayıs 2012 Cumartesi


Birisi buna bir dur desin!

Bugün Mavi Kanguruyla telefonda konuşurken; bloğuma uzun süredir yazı yazmadığımı söyledi. Düşündüm, düşündüm ve dedim ki bizim soğan aromalı roll-on kullanan ayaklı kanalizasyonu yazayım dedim. Telefonun ahizesini patlatan bi kahkahadan sonra bu malum kişiyi yazmalıyım dedim. Yazmalıyım ki herkes görsün neler çektiğimi, çektiğimizi, çektirdiğini.

Birisi buna bir dur desin! Yoo ama hayır kimse bir şey dememiş ve demiyorda. Nicedir arı gibi çalışıyorum birisinin bu çocuğa artık soğan aromalı roll-on kullanmamasının gerektiğini söylemesi için. fakat hiçbir babayiğit çıkıpta demiyor ki eyvallah gardaş ben söylerim ona artık kullanmaz bi de günde 5 vakit abdest alır!
Zaten şu aralar sıcaklar daha da artmış durumda artık kokuyu siz tasavvur ediniz.

Misalen geçen gün şöyle bir olay vuku buluyor: İncebacak sınıfa girip sınıfın leş gibi ter koktuğunu avazı çıktığı kadar adeta kokuyu bastırmak istercesine bağırıyor, feryat figan ediyor… Bende direk malum şahısa gözümün ucuyla bir bakış atıp soğan gibi kokuyor diiiii miiiii deyiveriyorum. İncebacak da kimi kastettiğimi anlayarak bana doğru dönüyor ve epey bi gülüyoruz. Fakat bu koku öyle bir illet ki bu gülme eylemimizi dahi sabote edecek cinsten.

Her insan kokar normaldir. O gün duş almaya vakti yoktur, servisi kaçıracaktır evden bile zor çıkar anlarım. fakat bu vaziyet 365 gün 6 saat 9 dakika 9 saniye 45 salise sürmez. Sürerse insan denir mi denmez mi münasebetine girmeyeceğim fakat şunu bil ey soğan aromalı roll on’suz yapamayan varlık: sınıfta bulunan bizler sana direk olarak söylemesekte hepsiyle ayrı ayrı yaptığım konuşmalar neticesinde hepsinin senin kokundan rahatsız olduklarının garantisini verebilirim.

Kısaca konuyu toparlamak gerekirse: öhöm öhöm sayın soğanlı roll on kullanan beyefendi biliyorum roll on bile kullanmıyorsun. Hatta sınıfta ki yanke’nin*  ki gibi bir gayende yok. banyo yapmak gibi bir adetin bile olmayabilir fakat en azından ayda yılda bir, bir hamama gitsen tellak-lar!!!- o soğan özütlü kokunu çıkarsalar… Hadi ona da hayır dedin bari 2 ıslak mendille apış aralarını filan çitilesen inan sınıfca daha mutlu daha huzurlu bir ortama sahip oluruz… Bu yazıyı okuduktan sonra bunu kişisel bir sorun olarak değil de, toplumsal hatta global bir sorunmuş gibi yaklaşırsan sana avon,am way, oriflame gibi markaların temsilciliklerinden ücretsiz ürünler bile sağlayabiliriz.
 
Bu kokundan en yakın zamanda kurtulman dileğiyle.










*Yanke’yi ve sevgilisini ayrıca bi yazımda detaylı bir şekilde anlatacağım.

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Ey okuyucu!!!

Şu 2 gündür sosyalist, devrimci bir genç olma hevesi içerisindeydim…
Nitekim gittim iyi bir beyin yıkayıcıya beynimi yıkalattımda geldim ondandı içimdeki bu heves :)
Tabikide öyle bir şey yapmadım ey okuyucu!
Olay tamamen benim beynimdeki siyasi bilgilere ayrılmış kısmın boşluğundan kaynaklanıyor…
Ne koyarsam oraya daha doğrusu: “ne konulursa” oraya direk kabullenip sahiplenebiliyorum… Biliyorum ey okuyucu o kadar saf olmamam gerekiyor ama elimde değil. Kimse şu yaşıma kadar bir şeyler koymamış oraya aaa ben ne yapabilirim :) e zaten benimde orayı doldurmak gibi de bir gayem filanda yok hani.

Arkadaşımın kuzeniyle dün takılmacalar da, taş mekan da köpüklü biralarımızı höpürdetmeler de iken sosyalizm konusu açıldı.
Haydaaa nerden açıldı bu konu diye sorma ey okuyucu! anla ki konuşacak bir şeyimiz kalmadığından dolayı açıldı…
İlk önce kısa bir sosyalizm açıklamasından sonra, bu olgunun dünyada ki emsallerine geldik che den girdik olaya… Kimdir ne değildir derken Küba devrimini anlattı çıktı. Ağzım açık dinledim ey okuyucu “bravo!” dedim. “heyt be!” dedim. “sen kalk devlete kafa tut koca ülkeyi yeniden yarat!”

“sor başka ne istersen anlatayım?” dedi.
“???” ne sorabilirdim ki ey okuyucu boş boş baktım…
“istersen Meksika devrimini anlatayım” dedi.
Bilgiye aç olan ben atladım direk olur dedim. Çünkü bugüne kadar kime sorduysam “peh, bilmiyor musun” deyip beni başlarından savdılar. Ey okuyucu hep hırpalandım, hor görüldüm. Sokaktaki burnu sümüklü çocuklar bile sümüklerine bakmadan bana burun kıvırdılar… ah okuyucu ahhh bu konularda ne de çok çile çekmişim…


Meksika devrimi anlatılırken zapataya hayran oldum. 

Okuma yazma bilmeyen birisinin che’de de olduğu gibi koca devleti yeniden kurması bunun yanı sıra yeni oluşan düzeni korumak için kardeşini öldürüşü, yapılan bir suikast sonucu delik deşik edilip halkın gözünün korkutulmak istenmesi ama bütün halkın zapata ölmedi diye dağa çıkıp yeniden isyan etmeleri beni en çok etkileyenlerden biriydi. 










O gün kendimi tam bir sosyalist hissettim ta ki bugün ki son derse kadar…




Sosyalist olacağımı hatta olduğumu açıkladım bizim Göbüş’e. Göbüş de bu hevesimi kursağımda bırakarak dediki: “senin ipod’un var. Ipodunla bok olursun sosyalist, ipod’unu bırakman starbucks termosuna elveda demen, alacağın ipad’e de daha gelmeden güle güle demen gerekir”dedi.

Durdum düşündüm ve hemen forsumdaki sosyalist bayrağımı indirip kapitalizm bayrağımı çektim.
Ey okuyucu! Hiç kimse kusura bakmasın ben o kadar para saydım onlara. Kimse onları benden geri alamaz ne çileler ne diller döktüm ben o ipod için, ne günler aç yattım o termos için, ne yalvarmalardayım alınsın diye ipad’im…

Ama bir gün; apple yeni bir ürün çıkarmış al senin olsun ama gel sosyalist ol gibisinden bir teklif gelirse düşünebilirim :)

Saygılar ey okuyucu. Öpüldün.

30 Nisan 2012 Pazartesi


                      Hayatımdan kaybolan o 2 saat




Günlerdir spor yapma telaşı içerisindeyim zira ilk önce bedeni ruhen buna hazırlamak lazım. Yoksa ters teper ve sporu bırakırım düşüncesinde idim ki yaşadığım şu hadise bırak spor yapmayı içimde ki spor yapma isteğini bile silip süpürecek cinstendi…

Efenim her sabah uyanma saatim olan 7.50 den bi 10 dakika önce kalkıp mekik çekme isteği uyanıyor o gün bende. İlk alarmı susturduktan sonra yatakta huysuzca debeleniyorum bakıyorum saat 7.30 olmuş kalkıyor mekiğimi zor bela çekiyorum. 10 dakika spor yaparak geçince her sabah olan tuvalet-diş temizliği ikilisini aynı anda(!!!) zaman kazanmak açısından gene uyguluyorum sonra duşa girip çıkıyorum. Parfümüydü roll onuydu kremiydi filan dı hepsini hallettikten sonra çantayı yüklenip çıkıyorum evden… Bu aralarda da hep saate bakıyorum çünkü duştan ya da lavobodan 1 dakika geç ya da erken çıksam yandım benim biyolojik saat kaçıyor. Huyu kurusun içimdeki akrebin ve yelkovanın.

Her neyse başlıyorum beklemeye servisi bekle Allah bekle, bekle Allah bekle servis yok! Beni almadan gittiğini düşünerek saydırıyorum zira 8.20 de çıkan ben normal de 8.24 te gelen servisi nasıl kaçırırım? Geç kalmıştır diyede bekliyorum üstelik Aklımdan türlü türlü senaryolar geçiriyorum servisçiyi öldürmek adına. Fakat 20 dakika geçmiş saat 8.40 olmuş hala gelen yok… Servisi kaçırdığım gerçeğini kabullenip eve dönüyorum. Aklımda tüm gün evde yapılabilecek şeyleri sıralayarak…

Eve girdiğim de ise aklımda yazılı olup olmayacağımız sorusu var o gün.  Incebacağa ve Aurora ya mesaj atıyorum bugün yazılı var mı gibisinden, incebacak olabilir olması ihtimal olmazsada olmaz gibilerinden mesaj atıyor belli ki oda tam bilmiyor. Aurora da bilmiyorum diyerek iyice beni strese sokuyorlar malum sınav varsa rapor alıcam, yoksa devamsızlık hakkımı kullanıp hiç doktora ağız yüz eğmeyeceğim… Aurora’ya mesaj atıp “Aurora git sor sayısalcılar bilir.” diyorum tamam diyip konuyu kapatıyor. Saat 8.55 olunca tekrar mesaj atıyorum auroraya  ee hadi sormadın mı gibilerinden  verdiği yanıt şu: “okula gidince sormayacak mıyım ya?” saniyeler içinde beynimde çakan şimşekler şöyle:
Şimşek1 saat olmuş 8.55 ders 8.45te ders başlıyorsa aurora nerde?
şimşek2: aurora geç kalmayacağına göre ne oluyor ya bu memlekette
şimşek 3: saate bak yavrum, saateeee.
Son şimşek de çakınca beynime saatin 7.55 olduğunu görüyorum ha nasıl ya ne oldu ya?
Derken aslında ben sadece saatin sadece dakika kısmına odaklandığını ve sadece onları beynimde yorumladığımı fark ediyorum ve kuyruğumu kıstırdığım gibi bu sefer gerçekten 8.20 de servise biniyorum. Tıpkı hiçbir şey olmamış hayat bana güzelmiş edası içinde…

24 Nisan 2012 Salı

Bugünün kombini flora beyazı ayakkabılar ve bizon rengi çoraplar!!!

Bu kombin fotoğraftan da anlaşılacağı üzere Midikkuşun’un seçimlerinden oluşuyor. Kendisi bu şık kıyafetleri seçerken modaya uygunluğunu ve renkler arası kontrastik geçişin düzgün olmasına dikkat ettiğini belirtiyor. Ve herkesin gerek günlük gerekse de özel kıyafetlerinde bu özeni mutlaka göstermeleri gerektiğine inanıyor.

Bu kombinde flora beyazının, ayakkabının tabanında ince çizgiler halinde bulunan kahverenginin tonlarıyla uyumunu çok sevdiğini. Bu güzelliği daha da ortaya çıkarmak için 2 sene önce aldığı çoraplarıyla uyumlu hale getirip bugüne özel olarak giydiğini söylüyor… Bu yaz bu renklerin daha da çok göz önünde bulunması gerektiğini, erkek giyiminde hiçbir modacının ya da bireylerin tabulardan sıyrılamadığını üstüne bastırarak dile getiriyor. 


El yapımı flora beyazı ayakkabıyı unkapanından, bizon rengi çorapları da yurtdışından bir arkadaşına ısmarladığını öğreniyoruz.

Ona bir daha ki seçimlerinde bol şanslar diyerek hoşça kalın diyoruz… 

18 Nisan 2012 Çarşamba



 tanrım yarebbi yalemin diyerekten başlıyorum yazıma;

  malum insanın blacksheep gibi bir arkadaşı olunca insan 4 dini bile birden hatim etme özelliğine sahip oluyor. kutluyorum onu bize bu özelliği kazandırdığı için.
  kendileriyle bu senenin başında tanıştım kıvrım kıvrım saçlarıyla dost canlısı biri gibi duruyordu. bu "dost canlısı" görünüm 1-2 ay sürdü sürmedi... kendilerinde nefret ettiğim o gün beynimden hiç çıkmaz... sıcak bir ekim günüydü günlerden pazar- 12. sınıf olmanın verdiği hafiften burun kalkıklığıyla daha 5-6 ay önce dershaneden çıkıp koşa koşa eve giden bizler, artık "büyümüş" olamanın verdiği bir öz güvenle hemen eve gitmek yerine bir yerlerde oturup dershanede oluşan kafa şişmesi sendromunun geçmesi için bir yerlere gidiyorduk...  - işte gene böyle bir anda bir yerlere gidelim istedik iki arkadaş-ben ve incebacak- tam olarak olaya nasıl dahil olduklarını hatırlamadığım  blacksheep  ve aurora ile beraber burger king e gittik menüler yendi içecekler içildi. ben ve incebacak, aurora ve  blacksheep  in gitmesini bekliyoruz fakat o da ne kız kalkmak nedir bilmiyor bu biraz sinirlerimi gerdi sonuçta ta en başında incebacak ve ben yalnız olarak gidecektik, ya sabır dedim bekle dedim kalkmasa bile susar zannettim  fakat her şey eline konan kar tanesinin erimemesi için dua eden küçük bir çocuğun içinde bulunduğu durum kadar kötüydü... susmak bilmedi. üstelik konuşulan konular da ailevi meselelere kaymış herkes içini dökmüştü buna bende dahil... o yarım saat kasılmadık kasım, seyirmedik göz hücrem kalmadı... ve bu sıkıntı içerisinde ne yaptım? plastik içecek kaplarının üzerindeki jelatini söktüm belki birisi bu çilemi görür de bu olaya bir son verir diye ama olmadı kimse görmedi beni o masada...
  işte o gün, o ekim günü kendime bir söz verdim; hayır aslında bu bir söz değildi direk yemin ettim ant içtim su içtim ve dedim ki kesinlikle  blacksheep  le karşılıklı asla bir simit dahi yemeyecektim ve şu ana kadarda öyle oldu, bundan sonrada öyle olacak... bu arada o gün  blacksheep  in son sözleri de şudur: "bunu her pazar günü yapalım ya çok güzel moral oluyor" gözlerim karardı... ve telefonumun ziline uyandım ve okula gittim her normal yaşıtım insanın yaptığı gibi fakat yaşıtlarım bir gece öncesinden  blacksheep  in durmak bilmeyen "vaaz, nasihat, saçmalama," üçgeni arasında gidip gelen konuşmasına maruz olmamıştı...
  velhasıl hayat devam ediyor her perşembe, cuma, cumartesi, pazar onunla aynı sınıftayız ve ben bu her 4 günde  yavaş yavaş ölmekteyim... incebacak da,  aurora da öyle özelliklede kelime derslerinde... bunu ayrıca başka bir yazımda dile getirmek dileğiyle hoşçakalın :)